….hayatımın İstanbul sahnesine kocaman bir nokta koymaya hazırlandığım şu günlerde daha bir sımsıkı sarılıyorum İstanbul’uma. Belki de sarıldığım, kucağıma sığdıramadığım İstanbul değil. Anılarım, yaşadıklarım, öğrencilik yıllarım, dostluklarını her zaman arayacağım sevgili arkadaşlarım, hayatıma renk katan öğrencilerim, alışverişlerim, pazar gezmelerim, piknik maceralarım, …

Bitmek bilmeyen bu anılarım olacak benim kucağıma sığdıramadığım. Gün gelecek belki de zamana yenik düşecekler,  birer birer kucağımdan sıyrılarak maziye gömülecekler. Kim bilir belki de sürekli hatırlanıp “zaman”,  anılarıma yenik düşecek tıpkı şimdi olduğu gibi.

“Zafer zafer değildir, üniversite sınavı kazanılmadıkça” sözleri hiç çıkmıyordu beynimin köşesinden. Öyle bir yer etmişti ki kazanmamanın imkanı yok gibiydi. Dostluklarımız şu an maziye gömülse de onlar tarafından, ben onları hiç çıkaramadım, ne aklımdan ne yaşantımdan. Hep hatırda kaldılar. Çünkü ilk dostluk kurduğum insanlardı onlar benim.
Hiç unutulmayacak birlikteliklerimizi paylaşmıştık. Beraber gülüp, beraber eğlenmiştik. Nazımı çeken onlar olmuştu. Unutulmaz diyordum ama şimdi hepimiz yabancı kesildik birbirimize. Bir araya geldiğimizde zorlukla hatırlayabileceğimiz küçümencik anılar kaldı sadece çocuklarımıza fısıldayabileceğimiz…

Hiç korkmamıştım kazanamam diye. Kendime güvendiğim gibi, etrafımda da bana güven veren, bu konuda yardımlarını esirgemeyen ailem vardı. Babam hep derdi: “Benim kızım istediği herşeyi yapar.” Bazen gurur duyardım kendimle bu sözü duyduğum zaman. Bazen de sinirlenirdim. Sanki yıllar ötesine sesleniyor gibi gelirdi, babamın bu sözü. Kendisini kaybettiğimizde de bu sözler, hep benim en büyük dayanağım olmuştur.  

Kucağıma sığdıramayacağım anılarımı yaşamaya başlayacağımın sevincini nihayet almıştım. Mutlu haberi en çok paylaşmaya can attığım kişi yanımda değildi. Sanki onu kaybettiğimiz topraklar, çok erken almıştı onu bizden. Belki de onsuz yaşamaya hazırlıyordu bizi. Evet evet onsuz, sevgisiz, babasız bir hayat…

Denizli’den İstanbul’a uzanan yollar, benim için heyecan doluydu. Bir o kadar da hüzünlü. Bir tek ben arkadaşlarımdan ayrılıyordum. Hepsi birlikte kaldılar, ben kilometrelerce uzakta. İşte anılar, zamana yenik düşmeye başlamıştı bile. Bütün İstanbul seferlerimde olduğu gibi, ilkinde de hava kapalıydı. İnsanın ruhunu çökertiyordu. Benim memleketimde hiç böyle esmezdi soğuk rüzgarlar. Güneş hiç küsmezdi bize hep aydınlıktı gökyüzü…

Özel Adil Kız Öğrenci Yurdu, yeni adresimdi artık. Herkes yabancı. Bir o kadar da soğuk.  Annemin bitmek bilmeyen yalvarışları kulağıma fısıldıyor yine: “Ne olur kızım kalma buralarda. Ben hiç sevmedim bu şehri, gel gidelim. İstanbul yutar seni. Seneye yine girer daha iyi yerler kazanırsın.” Ben o kararı vereli çok uzun zaman olmuştu, anneciğim. Ne yürek varmış bende, diyebiliyorum şimdi kendime. Anneme bu sözleri karşısında cevabım şu olmuştu: “Anne ben o evden çıktım artık bir daha girmeyeceğim. Üzülme. Şimdi veya seneye hiç fark etmez, buna alışmamız gerekiyor.”

Artık iticiliğini bana hissettirmeye başlamıştı bu şehir. Ta ki üniversitenin tanışma çayına kadar. Orada hocalarımızla tanıştık. Bize geleceğin fedakar öğretmenleri sizler olacaksınız, diye vurguladıkları cümleler, güne damgasını vurmuştu. Belki bize birazcık yabancı gelmişti bu cümleler ama çok sevmiştim hocalarımı. Özellikle değerli hocam Prof.Dr.Cemil Öztürk’ün  benim için ayrı bir değeri vardır. Kendisine buradan sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bir öğrenci için öğretmenin ne kadar önemli ve bir o kadar da değerli olduğunu öğrenmeye başlamıştım bile. Hocalarımızla beraber gittiğimiz sempozyumlar, Trabzon’da yediğimiz bayat hamsi, İstanbul-Denizli hattında trenin sesine inat  yaptığımız unutulmaz sohbetler, sürpriz Adana karşılaması, Prof.Dr.Ayla Gürdal’ın unutulmaz jesti, kucağımdan hiçbir zaman sıyrılamayacak anılarım olacak benim için.

Şehir içi otobüsleri, bilet,  jeton kavramları yeni yeni gelişmeye başlamıştı bende. Boğaz Köprüsünü yürüyerek, biletsiz geçmenin zevkine bile varmıştım, yarı yoldan dönsem de. Artık karış karış biliyordum İstanbul’u. Arkadaşım Zerrin’in dediği gibi: “İstanbul’u sevmiyorum diyorsun ama kaç yıllık İstanbullu olduğum halde benden iyi biliyorsun İstanbul’u bu nasıl oluyor?” 

 İstanbul’ a bir alışırsan tam alışırsın daha gitmek istemeyeceksin derdi Madam’ım. Gerçekten de öyle oldu. Adresim Cevizlibağ Atatürk Öğrenci Yurdu oldu olalı, daha da bir alıştım İstanbul’a. Koçumla (Funda) beraber karanlık, uzun koridorlarından geçip, hamamlarına ulaştığımız, modellik (best model) bile yaptığım bir yurttu burası. Yasaklara inatla karşı çıkıp, savaştığımız, sapık mücadeleleri verdiğimiz bir yurt.

Artık İstanbul’dan ayrılmak, korkulu rüyalarım olmaya başlamıştı. Bu sene artık mezun oluyordum. Nede çabuk geçmişti yıllar. Tanesini 2 liraya aldığım kaşıklarım bile, yepyeniydi hala. Hiç eskimemişti. Eskiyen bizdik. Koskoca yıllara meydan okuyamayan yaşımız. Yıllar birer birer alıyor yaşımızı. Hiç demiyorlardı, beraberinizde götürmek isteyip, hiç yanınızdan ayırmayacağınız kişileri de götürebilirsiniz diye… Bu kadar mı acımasız hayat? Bu kadar mı vefasız? Hiç mi bilmiyorlar  babasız mezuniyetin buruk geçeceğini, hiç mi düşünmüyorlar bir genç kızın en büyük hayalinin babasıyla düğününde dans etmek olduğunu, hiç mi düşünmüyorlar dede olmanın sevincini ona yaşatmanın büyük bir mutluluk olacağını,…Hiç düşünmüyorlar hiç…

Ben çok düşündüm ama bunları bazen güldüm, bazen ağladım, bazen çocuğumun kulağına fısıldadım, dedesini anlattım ona, bazen de böyle satırlara iliştiriverdim. 

Buruk bir sevinçle de olsa mezuniyetimi yaşadım. Beni bugünümde yalnız bırakmayan aileme, Madamıma ve akrabalarıma da ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum. 

 “Yeter artık kızım bu kadar okumak sana.” Dedi babaannem. Belki de yıllardan korkuyordu kadıncağız. Bir an önce çalışıp, para kazanıp, hayata atılıp, mürüvvetimizi görmek istiyordu. Nede olsa en büyük torun bendim. Ama ben babaannemi dinlemedim.  Yine babamın sözleri, beni esiri altına almıştı. “Okuyabildiğin yere kadar okuyacaksın, ben de gücümün yettiği yere kadar seni okutacağım.” Nihayet yüksek lisansımı da, aynı üniversitede yapmaya başladım. Zorlu yıllardı benim için. Son dönemlerinde hayatımı her şeyiyle paylaşmaya karar vereceğim, eşimle tanıştım. Tez çalışmalarında daha bir kaynaştık. Yıllar bizi Çorlu’ da bir araya getirdi. Sığamadık Çorlu’ya. Kıpır kıpır hayatımı ancak İstanbul’da dolu dolu yaşayabileceğimi Çorlu’da geçirdiğim yıllar söyledi bana.

  

Hayatıma renk katan öğrencilerime, nihayet kavuşmuştum İstanbul’da. Miniciktiler. Belli etmesem de çok heyecanlıydım.  Kıpır kıpırdım. Onlardaki masumiyet, öğrenme ihtiyacı beni daha çok mesleğime bağladı. Onlar için unutulmaz bir öğretmen olacaktım belki de. Kim bilir, söylediğim ufacık bir söz,  okşadığım minicik bir baş onları yarınlara umutlarla bağlayacaktı.

Dolu dolu geçirdiğimiz beş yıl… Minicik ellerin başardığı yetenekleri, ilk sergimizde büyük bir mutlulukla sergiledik. Hünerlerimiz bitmedi. Adımlarımıza coşku katıp halaylar çektik, bayramlarımızda coştuk,  birden büyüyüp gelin olduk, kına geceleri yaptık, hiç bilmedik ki bunların bir gün mezuniyet gecesiyle son bulacağını. Evet bilmedik, bilemedik.  Belki de bilmek istemedik. Hiç hafızalarımızdan yitiremeyeceğimiz bir gece yaşadık. Ne yaşanılanlar, ne öğrencilerim, ne arkadaşlarım, ne de Özlem’im yalnız bıraktı beni.

Birden ikinci kez birinci sınıfı okutmanın telaşı içerisinde buluverdim kendimi. Kabullenmek çok zor geldi bana. Sınıfa girince hiç tahmin bile edemeyeceğim bir heyecan sardı beni. Korkmuştum kendimden. Yeni öğrencilerimi sevemeyeceğim, kabullenemeyeceğim diye. Bu heyecan benim için umut ışığı oluverdi birden. Artık huzurluydum. Tamamiyle kendilerini bana teslim etmiş, minicik kalpler duruyordu karşımda. Ben de onları, içerisinde harflerinde bulunduğu bir kapta yoğurmaya başladım. Artık hamur kıvamını almaya başlamıştı. Yorgunluğumu yavaş yavaş üzerimden atmaya başlamıştım ki ellerimden aldılar. Maalesef mücadelem İstanbul’da Akşemsettin İlköğretim Okulu’nda son buldu. Görev değişikliğiyle atandığım bu okul, belki de beni sevdiğim insanlara yakın, ama bir o kadar da uzak yaşamayı öğretiyordu bana.

Öğretmenliğin, öğretmenin verdiği heyecanı, hazzı hiç bir şeyde bulamadım. Bugün konumum gereği sınıfta öğretmenlik yapmaktan mahrum kaldığım için, öğretmenliğin gerçekten de değerli bir meslek olduğunu daha iyi anlıyorum. Ben o heyecanı o hazzı hiçbir şeyde tatmadım çünkü.  

Heyecanla öğretmenlik mesleğine geçeceğim yılları bekleyedurdum. Bugün geldiğim noktayı, benim için sonu parlak hedefleri olan bir başlangıç noktası olarak kabul edip, yaşamımı pasta misali şekillendirmeye başlamıştım. Aksilik bu ya, bazen pastaya istediğiniz şekli vermekte zorlanırsınız. İnatla şekillenmek istemez. İşte benim İstanbul maceramda, böyle son şeklini alamamış bir pasta misali ortada kalakaldı. Seneler sonrada olsa son şeklini vermek üzere ELVEDA İSTANBUL…