Adeta su üstünde yüzer gibi görünen Venedik fotoğraflarına her hayran hayran baktığımda kanallardaki suların berrak ve parlak görüntüsü ile başladı desem İtalya sevdam bundan tam 12 yıl önce… Romantik havasından hiç vazgeçmeyen sanat ve kültür şehrine haksızlık olarak kabul etmezsiniz umarım.
Dünyanın en çok ziyaret edilen ülkeler sıralamasında zirvesini her daim korumasını, gördüğümdeki hayran bakışlarım adeta onayladı. Hayranlığım söyleyecek kelimelere kafi gelemez… Çokça suskunluğum da bundandı sanırım.
Venedik bir kalp ve o kalbe uzanan kanallar da kılcal damarlar gibi diye okumuştum bir yerlerde… Evet evet bence öyle Grand canal da bu şehrin can damarı. Sıradan Avrupa şehirlerine benzemiyor. Her köşesinde ayrı bir şaheser, estetik harikası…
Venediklerin şehir hayatının Bizanslılar döneminde başladığını okuduğumda, şunu sormuştum kendime… peki böyle bir şehirde yerleşik hayatı niye düşünmez insanlar? Sonra da şu cevabı da bulmuştum kendimce. Demek ki insanlar Avrupa’nın en zengin kenti ilan edilmesini bekleyen 1400 lü yılları yaşamaları gerekiyormuş. Hala şu günde bile etkileyici yapı inşaları sizi derinden etkileyebiliyor düşünsenize…. Şunu da bilmek gerekir ki 15. ve 16. yüzyıllarda inşa edilen eserler Venedik’i Venedik yapmış, gerçekten yapmış, müthiş bir ustalıkla…
Napolyon’un fethetmesi ve kısa bir dönem Avusturya’ya devredilse de deniz kenarında olması belki de ona kendi özerkliğini yaşama şansını hep vermiş ve biz bugün bu kenti 1866 yılındaki İtalya’ya katılışıyla başlayan stabil döneminin korunduğunu görebiliyoruz.
Sorsalar şehri en özel kılan şey nedir diye; araç trafiğine yer vermeyen kanallar ve gondolları derim tabiki. Hava limanından bindiğimiz su otobüsü ile başlayan Venedik maceramız, hayran hayran şaşkın bakışlarımızın ilk zamanlarıydı. Sonra sıra San Marco meydanına geldiğinde Napolyon’un ‘Yeryüzünün en güzel salonu’ olarak niye tanımladığını anlamış bulundum. Sonra gözüm 1214’te Latin İstilası sırasında İstanbul Hipodromundan çalınıp getirilen bronz atları aradı. Görünce, tamam dedim tikleri atmaya başladık hafızamızda artık görmek istediğimiz yerlere…San Marco Bazilikası şehrin ana katedrali olarak geçiyor. Tabiki bu kadar yaldızlı mozaikleriyle ihtişamlı bir katedralde zamanında sadece seçkinlerin ve düklerin özel ibadethanesi olduğunu hatırlıyorum. Girmeye zamanımız yeterli olmadığı için ihtişamlı görüntülerine açık havada bakmakla yetiniyoruz. Artık Venedik sokaklarında hayran hayran gezmeye başladık. Rialto köprüsünden önce büyük kanal gezisi yaşamayabiliriz korkusuyla 30 saniyelik 😂 bir gondol sefacığı yapıyoruz. 2euroya koklattılar dediğimiz, İndiğimizle bindiğimiz bir gezinti…. bu komik süreyle yaptığımız gır gırı siz düşünün artık. Gır gır yaparken elimdeki çantayı orada unuttuğumu hatırlamam bir oldu. Severim ülkelere hatıra bırakmasını nasıl olsa. Sırbistan’da montumu kaybedip Beyrut’ta aynısından bulup verdiğim paralar aklıma gelir yine. Hiç şaşırmadım kaybettiğine diyen kocacığıma da bir selam çakarım içten içe gondola doğru koşarken😂😂 Gondoldaki görevlinin bana sakin ol işaretiyle bir rahatlama gelir. Tamam tanıdı beni derim kendime. Yarım yamalak İngilizcemle çantamı burada unuttuğumu söyleyince karşıdan getireceğiz demesini de anlamanın mutluluğu sarar beni. Tamam Sevgi bu sefer hatıra bırakmayacaksın Venedik’e, yaşasın…
İkinci çantam elimde, sımsıkı sarılıyorum, sonra insan kalabalığını görünce Rialto köprüsünde olduğumuzu hemen anlıyoruz. Seyahat tüyolarını hatırlıyorum sonra ama erken vakitte gitme şansımız yok diyoruz ve dalıyoruz kalabalığa sonunda bizim de bir fotomuz oluyor.
Brezilyalı turistlerin gondol görevlileriyle konuşmasına dahil olurken buluyoruz kendimizi ve ufak bir pazarlık ve kendimizi Venedik yapılacaklar listesindeki en baş sıradaki gondol turunun büyüleyici etkisine bırakıyoruz… Masalsı sokaklar… Yok böyle bir güzellik ne yazsam boşuna diyorum şu an kendime… gidip görmelisiniz, binmelisiniz diyorum, hatta şunu da diyorum:
Kalbimi Venedik’te bıraktım, artık kalpsiz bir Sevgi’yim…